28 Mayıs 2009 Perşembe

YOLCU


ÖZGÜR SAHNE
Turgay Ön

Özgür Sahne, 1992 yılında kuruldu. Kuruluşundan hemen sonra; İlk olarak Semih Çelenk'in Türkçeye kazandırdığı; Cliffort Odets'in "LEFTY’Yİ BEKLERKEN" adlı oyunuyla (1993-1995) izleyici karşısına çıkmıştır.

Kuruluşundan bu yana, yetkinleşme çabalarını sürdüren Özgür Sahne, kararlılıkla sürdürdüğü amatörlük anlayışını, bir tercih olarak ortaya koymaktadır. Daha özgür bir alan yaratabilmenin yolunun amatörlükten geçtiğine inanmakta ve çalışmalarında son derece özenli, işinde profesyonel ve izleyicisine en iyiyi sunmayı hedefleyen bir topluluktur. Özgür Sahne; amacını, “değiştiren, dönüştüren bir tiyatro” olarak saptamış, duruşunu, emekten, özgürlükten, bağımsızlıktan ve demokrasiden yana sürdürmeyi, sanat politikası olarak benimsemiştir.

Bu dönem, yine genç oyunculardan oluşan bir kadro ile izleyicisiyle buluşmak, ürettiklerini paylaşmak için, Nâzım Hikmet’in, YOLCU adlı oyunu ile izleyicisinin karşısına çıkıyor.

Yolcu, Nâzım’ın bireysel sorunlarla toplumsal sorunları kaynaştırdığı, oyunun mesajını inandırıcı bir biçimde gerçekleştirmeyi başardığı bir oyundur.

“Oyunumuzun birinci perdesi, 1921 yılının ilk günlerinde geçer. Oyunumuzun mekânı küçük bir Anadolu istasyonudur ki, onun önünden, yolcu trenlerinden çoğu durmadan geçerler. Hele oyunumuzun geçtiği sıralar kara kışa rastladığı için, bu istasyonda yük trenleri bile durmaz. Oyunumuzun kahramanları hakkında söz söylemeyeceğim. Onları sevmek, onlardan nefret etmek veya onlara acımak, bu oyunun sonunda her birinizin vereceği hükümle, her birinize ait bir iştir.
Şimdi, oyunumuza başlıyoruz. Ve bir, belki iki saat bir davayı müdafaa edeceğiz. Eğer, müdafaa edeceğimiz davayı haklı bulmasaydık oynamazdık. (…) Artık söz, arkadaşlarımındır.“

“İSTASYON ŞEFİ : ... Keşke daha yüz pencere olsa da, yüzünü de açsak... Pencereyi kapatma... Pencereler kapandığı için... belki de... bunun için fena olduk... Senin bir dalgan varmış hani. Daha güzel, daha haklı insanlar... O dalgayı kaybetme...”

Pencereleri kapatmayın. Sonuna kadar açın. Dikkatle baktığınızda göreceksiniz, orada, yanınızda yakınınızda, sizin gibi iyi insanlar var. Göz göze gelmekten korkmayın, dokunun onlara, kendi sesleri dışında bir ses duymayı bekliyorlar yalnızca… Sessiz kalmayın…
Umudunuzu yitirmeyin…

İyi seyirler…




Y O L C U



Yazan : Nâzım Hikmet
Yöneten : Turgay Ön
Reji asistanı : Celalettin Aksoy – Ahsen Külcü
Dramaturgi : Nihat Taydaş
Müzik : Barış Ön
Giysi : Nazan Ön
Dekor : Özgür Sahne
Sahne amiri : Tarık Bayar
Işık kumanda : Celalettin Aksoy
Efekt : Emrah Aktürk - Velican Demirel



Oynayanlar

İstasyon Şefi : Tarık Bayar
İstasyon Şefinin Karısı : Ayten Öztürk
Makasçı : Nedim Çağlar
Atlı : Özgür Celebci – Özkan İnce
Bakkal Mehmetin Sesi : Özkan İnce – Özgür Celebci




“NE GÜZEL ŞEY HATIRLAMAK SENİ”
Nihat Taydaş
Saat 21-22 Şiirleri’nin ilk şiirine şöyle başlar Nâzım Hikmet: “Ne güzel şey hatırlamak seni / ölüm ve zafer haberleri içinden, / hapiste/ ve yaşım kırkı geçmiş iken…”
Saat 21-22 Şiirleri, Nâzım Hikmet’in hapisteyken (1945 Eylül-Aralık) karısı Piraye’ye her gece yazdığı şiirlerdir.
T.C. Devleti, 25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla yurttaşlıktan çıkardığı şairi, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden yurttaşlığa aldı… Türkçenin yurttaşı olan Nâzım Hikmet’e vatandaşlığa geçiş belgesinin verilmesiyle bir yanlış düzeltildi… Şairin yurttaşlığa alınmasıyla devlet, nüfus kaydındaki ismiyle Mehmet Nâzım Ran’dan gecikmiş olarak özür diledi.
***
Nâzım Hikmet, 1925 yılından başlayarak, ülkesinden ayrılmak zorunda kaldığı 1951 yılına değin, sürekli bir gerekçe bulunarak hapishanelerde tutuldu. Başkaldırıcı, devrimci olarak özgürlüğünden yoksun kıldılar şairi… Ölüme mahkûm ettiler. Sonra yaşam boyu hapse çevirdiler ölüm yargısını… Kaçtı. Egemen sınıf, şairin yapıtlarını yasakladı.
Bu hapishaneler, bu yasaklamalar, öyle yalnızca bir şairin susturulması değildi. Nâzım Hikmet’in kişiliğinde, sosyalizme konulan yasağın bir parçasıydı.
Gericiler, salt açıktan saldırıyla, baskıyla şairi halktan koparamayacaklarını kestiriyorlar. Onun yaşamı ile sanatının ayrı olduğu saptamasını yayıyorlar.
Nâzım Hikmet, yurdundan ayrılmak zorunda kaldığında, ilk durağı Romanya’dır… Romanya’daki ”Contemporanul” adlı derginin, 29 Haziran 1951 tarihli sayısında, “Barış Uğrundaki Mücadelede Şairin Rolü” başlıklı yazısının başlangıcında şöyle der: “Şairin hayatı ile edebi faaliyeti arasında hiçbir ayrılık olamaz. Biri pratikte, biri şiirde, iki hayat yaşamıyoruz. Tek bir vücuduz.” (Şafakta Suydu Evler- Nâzım Hikmet Romanya’da – Erem Melike Roman, Broy Yayınları, I. Basım, Kasım 1987, s. 55 -57.)
Şairin “yaşamı ve yapıtlarının bütünlüğü olgusunu” gözbebeğimiz gibi korumak, savunmak ve sürekli vurgulamak; ilerici güçlerin, toplumcuların önünde duran zorunluluktur.
57 yıl önce, 25 Temmuz 1951’de vatandaşlıktan çıkardılar Nâzım Hikmet’i. Şair ölmezden önce 1962’de yazdığı “Vatan Haini” başlıklı şiirinin sonlarında şöyle diyordu: “ Vatan mızraklı ilmihalse, vatan polis copuysa, / Ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, / Vatan kurtulamamaksa kokmuş karanlığınızdan, / Ben vatan hainiyim. / Yazın üç sütun üstüne kapkara puntolarla: / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ...”
Cüneyt Arcayürek’in deyişiyle “Dün komüniste vatan haini diyorlardı. Bu gün laikliği, çağdaşlığı savunanlara neredeyse hain diyecekler. Kafalar o kafa; değişen bir şey yok!” (Güncel/Nâzım Hikmet, Cüneyt Arcayürek, Cumhuriyet gazetesi, 7 Ocak 2009, s.1 ve 17.)
***
Özgür Sahne, Nâzım Hikmet’in yurttaşlığının geri verildiği 2009 yılında, onun “Yolcu” adlı tiyatro yapıtını sahneye taşıdı.
Şairin, 1940’ların başında yazdığı, üç perdelik “Yolcu” başlıklı oyunu, o sıralarda yargılandığı ve bir süre tutuklandığı için Muhsin Ertuğrul’a sunma fırsatını bulamadığını öğreniyoruz. (Nâzım Hikmet, Mehmet Fuat, Adam yayınları, 3. Basım, İstanbul 2001, s. 120.) Nâzım Hikmet daha sonra, Yolcu’yu 1957 yılında “İstasyon” adı ile Rus toplumuna, Bolşeviklerle karşı devrimciler arasındaki çatışma ortamına uyarlamıştır.
1921 yılının dondurucu kış günleri. Cepheye asker götüren, sonra yaralılarla geri dönen ve hiç durmayan trenlerin gelip geçtiği, karla kaplı, bomboş bir ovanın ortasında, “çöl ortasına demirlenmiş bir gemi” gibi duran tren istasyonu. Burada, kendileri dışındaki dünyadan habersiz ve umarsız üç kişi… “Muallim mektebini bitirmiş, sarıksız hoca”, Birinci Dünya Savaşı’nda tek gözünü yitirmiş istasyon şefi… Onun karısı: İstanbullu bir imamın kızı, babasının evlendirdiği bir adamla, ıssız ovanın ortasındaki tren istasyonunda kendini sürgün hisseden, doyumsuz - içten pazarlıklı – bencil bir kadın… Onun kırıştırdığı makasçı: Kafkas Cephesi’nde tek bacağı sakat kalmış, eski günlerini özleyen bir “halk adamı”. Kurtuluş Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü, memleketlerinden kopuk bu üç insanın; kendi aralarındaki hesaplaşmaları, “iç savaşları”. Birden ortaya çıkıp tren istasyonunda yaşayanların küçük dünyalarının sarsılmasına yol açan Kuvâyi Milliyeci…
Yolcu, Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” ve “ Kuvâyi Milliye”de ele aldığı dönemin bir parçasıdır. İstiklal Harbi’nin işgal günleri, çala çakmak süren bağımsızlık savaşımı… Kapana kısılmışlık, yalnızlık, iklim koşulları nedeniyle toplumdan soyutlanmış üç insan ve kendilerinin dışında, haberdar olmadıkları – bilemedikleri olaylar.
Nâzım Hikmet, “kapalı dünyalarında, iç çatışmalarına – küçük çıkar kavgalarına gömülmüş insanların kısırdöngüsü” ile “dışarıda yaşanan toplumsal çalkantıların bu insanlara yansımasını” bu yoğun metinde anlatmış… Tek mekânda geçen, dört kişilik bir oyun.
Oyun, yaşamakta olduğumuz günlerin, 1920’li yıllardan hangi temel özelliklerle ayrıldığını – o günleri gerçekten geride bırakıp bırakmadığımızı düşündürebilecek mi?... Bugün o üç insanın yaşantısıyla kendi yaşamımız arasında bir karşılaştırma yapabilecek miyiz?
“Yolcu” oyunuyla ne güzel şey, hatırlamak Nâzım Hikmet’i!





OTOBİYOGRAFİ..

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

Nazım Hikmet
11 Eylül 1961